ABD-Çin Görüşmesi: Emperyalist-Kapitalist Sistemin İç Çelişkileri Derinleşiyor
ABD Başkanı Donald Trump ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping geçtiğimiz günlerde Güney Kore’de buluştular. Gündemde tüm dünyanın gözlerini çevirdiği ‘ticaret savaşı’ vardı. Beklenildiği gibi görüşme olumlu geçti ve iki lider tam bir uyum içinde olduklarını açıklayarak ayrıldılar.
Aslında neredeyse son 20 yıldır ABD sermayesi, Çin’in ucuz ve yoğun iş gücü, düşük maliyetli üretimi ve devlet destekli sanayisiyle dünya pazarında güçlenmesinden rahatsızdı. Ayrıca yabancı sermaye Çin pazarına girebiliyor fakat Çin pazarında tutunamıyordu. ABD bunun sebebini stratejik sektörlerde tamamen devlet hâkimiyeti, beş yıllık planlamalar, Çin’in kendi şirketlerine verdiği ucuz krediler, ihracat destekleri ve sübvansiyonlar olarak görüyor ve kendi pazarında serbest piyasanın kurallarına uymamakla ama dünya pazarında aynı kurallarla rekabet etmekle suçluyordu.
ABD’nin Çin’e yönelik, devletin ekonomideki müdahalesinin minimuma indirilmesi ve yabancı sermayeye için daha uygun bir ortam talepleri Çin tarafından reddedildi. Kendini henüz gelişmekte olan bir ülke olarak gören Çin, ABD’nin dünya üzerindeki hegemonya gücünü kullanarak kendisi üzerinde baskı yaptığını söylüyor ve ABD’nin açık pazarı haline gelmeyi reddedeceğini belirtiyordu.
2017 yılında Trump yönetiminin başa gelmesi ve Çin’e yönelik “Section 301” soruşturmasını başlatmasıyla, ticaret savaşı resmen başlamış oldu. Gümrük vergileri, stratejik ürünlere yönelik ambargolar, şirketlere yönelik yaptırımlar bu savaşın cephelerini oluşturuyor. Her iki Trump yönetiminde de ciddi seviyede agresif geçen savaş bugün bir ateşkesle durmuş gözüküyor. Karşılıklı tavizler verilmiş olsa da, ABD tarafından gümrük vergilerinin düşürüleceği taahhüdü maçın devre arasına giderken Çin’in az farkla önde gittiğini gösteriyor. Hâlâ temel yükümlülükler konusunda anlaşmanın sağlanmamış olması ve görüşmelerin pratik adımlardan ziyade taahhütler üzerinden ilerlemesi kısa vadede ortamı sakinleştirse de ilerleyen dönemlerde daha sert başlıkların önümüze geleceğini gösteriyor.
Çin’le eskiden düşük seviyede pazar ve rekabet konusunda kavga eden ABD için artık bu mücadele daha önemli bir yere oturmaya başladı. Emperyalist kapitalist sistemin hâlâ lideri konumundaki ABD bu liderliğini devam ettirmek için Çin ile mücadeleye girmekten kaçınmayacaktır. Dünya üretim zincirinin merkezine oturmaya başlayan ve sürekli yükselen Çin, ABD için en büyük tehditlerden biri olarak görülüyor. ABD açısından bu üretim zinciri yeniden dizayn edilmek zorunda. Üretimin Çin’den geri çektirilip, ABD’ ye taşınması veya en azından müttefik ülkelere yönlendirilmesi ABD için kritik bir öneme sahip gibi gözüküyor. Ayrıca bu üretimin önemli bir bölümünü ise stratejik bazı sektörler kapsıyor. Çipler, yapay zekâ, telekomünikasyon, robotik gibi stratejik sektörlerde önderlik mücadelesi ticaret savaşının önemli bir cephesini oluşturmakta.
Yarı iletkenler, çipler, elektronik bileşenler ve tüketici elektroniği gibi alanlarda ABD hâlâ pazarın lideri olmasına rağmen Çin’in yükselişi durdurulamıyor. Çin sermayesi ve devletinin bu alanlara yoğun müdahalesi, ABD sermayesi ve devletinin bu alanları koruma stratejisi ile çatışıyor.
Küba Teslim Olmayacak!
ABD, Latin Amerika’ya yönelik saldırgan dış politikasını artık hiçbir çekince göstermeden sürdürüyor. Bölgeyi kendi “arka bahçesi” olarak gören ABD, sürekli bir ekonomik savaşın ortasında “rejim değişikliği” hedeflerini açıkça dillendiriyor.
Bugün Venezuela’yı istikrarsızlaştırmak için askeri saldırı tehditleri gündemdeyken, ABD aynı zamanda 1960’lardan bu yana süren Küba ablukasını her yıl daha da sertleştiriyor. 2 Şubat 1962’de Başkan John F. Kennedy’nin 3447 sayılı Başkanlık Kararnamesi’ni imzalamasıyla yürürlüğe giren bu abluka, altmış yılı aşkın süredir yüzlerce yasa ve yaptırımla genişletildi. Amaç hep aynıydı: Küba Devrimi’ni boğmak, ada halkını yoksullaştırmak, sosyalist sistemi çökertmek.
Küba’nın aktardığı verilere göre, Mart 2024 – Şubat 2025 arasında ülke ekonomisinin uğradığı zarar 7,5 milyar dolara ulaştı. Bu, bir önceki döneme göre yaklaşık %50 artış anlamına geliyor. Artışın nedeni ise son bir yılda uygulanan yeni sıkılaştırma önlemleri. Ancak tüm bu kuşatmaya rağmen, Küba dimdik ayakta. Halk, kamucu sağlık sistemini koruyor, dayanışma temelli eğitimini sürdürüyor, dünyanın dört bir yanına tıbbi yardım gönderiyor. Abluka adayı teslim almak bir yana, onu direnişin sembolü haline getiriyor.
Geçtiğimiz Çarşamba günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, “Amerika Birleşik Devletleri tarafından Küba’ya uygulanan ekonomik, ticari ve mali ambargonun kaldırılmasının gerekliliği” başlıklı kararı 33. kez ezici çoğunlukla kabul etti. 165 ülke ablukaya karşı oy verdi; yalnızca ABD ve İsrail’in öncülük ettiği 7 ülke karşı çıktı, 12 ülke ise çekimser kaldı.
ABD’nin, üye ülkeleri Küba aleyhine oy vermeye zorlayan baskılarına rağmen, ülkelerin çoğunluğu bir kez daha Küba’nın yanında yer aldı. Her yıl yinelenen bu karar, bağlayıcı olmasa da, uluslararası toplumun Küba halkıyla güçlü dayanışmasını ve ABD’nin altmış yılı aşkın süredir sürdürdüğü adaletsiz, insanlık dışı ablukayı kınadığını bir kez daha ortaya koydu.
Emperyalizmin Küba’yı yalnızlaştırma çabası yine başarısız oldu. Küba, emperyalizme de ablukasına da karşı direnmeye devam edecek. Küba teslim olmayacak!
Yeni Siyasi Operasyon: Casusluk Davası
Ana muhalefet partisi CHP’nin üzerinde aylardır bir “Demokles’in kılıcı” gibi sallanıp duran Kurultay Davası, partinin geleceği açısından ciddi bir tehdit oluşturuyordu. Tüm gözler bir süredir tamamen bu davaya kilitlenmişti. Mahkemenin, kurultayı geçersiz kılacak mutlak butlan kararı vermemesiyle CHP ve muhalefet kısa süreli bir rahatlama yaşadı. Ancak Türkiye’de bu geçici huzur yine fazla uzun sürmedi; iktidar yanlısı yargı, şapkadan yeni bir tavşan çıkarmakta zaman kaybetmedi: “Casusluk Davası” Özellikle Ekrem İmamoğlu’nu hedef alan Casusluk Davası yabancı ülke lehine ajanlık, bilgi sızdırma, belirsiz para akışları ve dijital istihbarat gibi mühim suçlamalar içeriyor. Hüseyin Gün adlı birinin etkin pişmanlıktan faydalanarak itirafçı olmasıyla başlayan bu davanın İngiliz, ABD ve İsrail istihbaratıyla ilişkili olduğu öne sürülüyor.
TELE1 televizyonundan gazeteci-yazar Merdan Yanardağ apar topar bu davaya istinaden casusluk suçlamasıyla tutuklandı. TELE1 televizyonunun bağlı olduğu, Yanardağ’ın oğluna ait şirkete kayyum atandı.
Tamamen soyut, dayanıksız ve bazı noktalarda absürt iddialara sahip, bütünüyle siyasi olduğu belli olan bu dava, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in seçim sonrası stratejisi olan “normalleşme”nin aksine AKP’nin saldırgan tutum açısından asla vites düşürmeyeceğini ve yargıyı sopa olarak kullanmaya devam edeceğini gösteriyor. Diğer muhalif gazete ve televizyon kanallarının da benzer davalarla susturulabilmesi şu anda kimseyi şaşırtmaz.
2011 yılında “Odatv Davası” kapsamında muhalif gazeteciler casuslukla suçlanmış ve tutuklanmıştı. Daha sonra tüm gazeteciler bu suçlardan beraat etti ama o davaları açanlar yargılandı. “Casusluk Davası” işte o günleri akıllara getiriyor.
Cumhur İttifakı’ndan Demokrasi, Barış ve Kardeşlik Beklemek Nafiledir!
Ortadoğu’ya yönelik emperyalist ve siyonist saldırganlığın artması, İsrail’in bölgede güç kazanması ve Suriye’nin HTŞ kontrolüne bırakılmasıyla birlikte Bahçeli’nin “uzattığı el” ile birlikte başlayan “çözüm süreci”ne yönelik adımlar atılmaya, siyasi mesajlar verilmeye devam ediliyor.
AKP iktidarı ve sermaye düzeni Ortadoğu tablosuna entegrasyon arayışını iç siyasette ise “demokrasi ve barış” kılıfıyla örtmeye çalışıyor. Bir yandan demokrasi yalanına sığınan iktidar diğer taraftan ise muhalefet hareketine, muhalif basın kuruluşlarına yönelik baskı ve sindirme politikalarına devam ediyor.
Çözüm sürecine ve geldiği aşamaya dair ise Selahattin Demirtaş’ın son söylemleri yanılgının boyutunu gösterir nitelikte. Demirtaş, silahların yakılması değil “kardeşlik” vurgusu öne çıkarılabilirdi diyerek atılabilecek adımlara örnekler sıralıyor. Bursa Ulu Camii ve Diyarbakır Ulu Camii’nde aynı anda hutbe okutulmasından, Amedspor ve Trabzonspor’un kardeşlik maçı yapmasına uzanan bu örnekler ise özünde AKP iktidarından emekçiler ve halklar nezdinde samimi adımlar atılabileceğine dair beklentiye işaret ediyor.
Emperyalizmin çıkarları doğrultusunda Suriye’nin parçalanmasında rol üstlenen, Filistin’de Trump’ı Gazze Valisi konumuna getirecek olan sözde “Filistin barış sürecini” destekleyen AKP iktidarından ise Ortadoğu halklarının çıkarına adımlar beklemek büyük bir yanılgıdan ibaret. Ortadoğu halkları eşit, özgür ve insanca bir yaşamı yalnızca emperyalizm ve işbirlikçi iktidarlara karşı mücadeleyle elde edebilir.
AKP iktidarının “barış, demokrasi, kardeşlik” kavramlarına sığınarak sömürü düzenini devam ettirme, iktidarını garanti altına alma adımlarına karşı emekçiler yeni bir düzen mücadelesini her alanda yükseltmelidir.
Serdar Öktem Cinayetinin Tetikçisi Yakalandı: Çete Düzeninin Fotoğrafı
Sinan Ateş dosyasında bir süre tutuklu kalan Avukat Serdar Öktem’in öldürülmesine ilişkin soruşturmada, suikastı yurt dışından yönettiği öne sürülen ve “Daltonlar” adlı suç örgütünün üst düzey isimlerinden Azerbaycan vatandaşı Ali Gulmalizada, 23 Ekim’de Moskova’da yakalandı. Emniyet Genel Müdürlüğü’nden, bilginin Rus makamlarına iletildiği ve iade sürecinin başlatıldığı bildirildi.
Serdar Öktem cinayeti, sadece bir cinayet olmanın ötesinde, Türkiye’de devletin aldığı tarihsel yönelimin çarpıcı bir tezahürü durumundadır. Bu cinayet, hukuk aygıtının, yürütme iktidarının ve sermayenin birbirine eklemlenmiş olduğu mevcut iktidar blokunun, artık meşruluğunu yitirmiş olduğunu ve siyasal iktidarın maddi altyapısının giderek mafyatik biçimlere büründüğünü göstermektedir. Bu dönüşümün, kesinlikle tesadüfî bir yozlaşma olmadığı, bilakis neoliberal sermaye düzeninin kendi iç mantığının zorunlu sonucu olduğu açıktır.
AKP–MHP siyasi ittifakı etrafında şekillenen mevcut rejim, klasik anlamda bir devlet krizi yaşamaktan ziyade, devletin kendisini yeniden tanımladığı bir “çeteleşme” sürecindedir. Devletin rasyonalitesi, siyasal sadakat, güvenlik bürokrasisi ve rant paylaşımı üzerinden yeniden örülmüş; bu süreçte hukukun özerkliği, idarenin tarafsızlığı ve yargının kamusal meşruiyeti ortadan kalkmıştır. Yargının, bürokratların ve sermayenin, mafyayla iç içe geçmiş bir iktidar ağının parçası haline gelmesi, yalnızca bir etik yozlaşma değil, sermaye rejiminin politik biçimidir.
Türkiye kapitalizmi, özellikle 2010’lu yıllardan itibaren, inşaat, enerji, maden ve güvenlik sektörleri etrafında yoğunlaşan rant temelli modele dayanmıştır. Bu model, sermaye birikiminin devamını ancak devletin baskı ve güvenlik mekanizmalarının hukuksal sınırlarını gevşetmesi, yani zor aygıtını siyasal ve ekonomik çıkar ilişkilerine uyumlu hale getirmesi yoluyla sürdürebilmişti. Bu esneklik, yasallık–yasadışılık sınırının bulanıklaşması, kamusal kaynakların belirli ilişkiler üzerinden dağıtılması ve güvenlik bürokrasisinin piyasalaşması biçiminde tezahür etmiştir. Dolayısıyla mafyalaşma, dışsal bir parazit değil; devletin sermaye birikim rejimiyle kurduğu ilişkinin organik bir parçası durumundadır.
Serdar Öktem cinayeti, tam da bu noktada, sistemin kendi iç çelişkilerini açığa çıkarıyor. Çünkü çeteleşmiş bir devlet biçiminde, hukuk yalnızca alt sınıfların değil, bizzat iktidar blokunun içindeki fraksiyonların da güvenliğini sağlayamaz hale gelir. Mafya ile devlet arasındaki ilişki, karşılıklı bir çıkar ortaklığından öte, artık geldiği nokta bir karşılıklı bağımlılığa dönüşmüştür. Bu bağımlılık, egemen sınıflar içi çatışmaları dahi kriminal pratikler üzerinden yürütmeye zorlayan bir yapısal çürüme üretmektedir.
Bugün devletin “düzeni koruma” iddiası ise gerçekte sermaye egemenliğini sürdürme refleksinden başka bir şey değildir. Kriz derinleştikçe burjuvazi, yönetimi artık rıza üzerinden değil, doğrudan zor yoluyla ayakta tutmaktadır. Yasalar, adaletin değil sermayenin disiplin aracına dönüşmüş; polis, yargı ve bürokrasi, mülkiyet ilişkilerini koruyan birer sınıf aygıtı haline gelmiştir. Devletin meşruiyeti çöktükçe, iktidar kendini şiddetle yeniden üretmekte; böylece “düzen” denilen şey, halkın değil, sermayenin güvenliğini ifade etmektedir.
Bu yapıda hukuk, siyasal iktidarın stratejik bir aracına indirgenmiş; adalet duygusu, sınıfsal ve ideolojik aidiyetler üzerinden yeniden kodlanmıştır. Kimin suçlu, kimin meşru olduğuna karar veren şey, artık yasa değil, siyasal faydadır. Bu durum, devletin bizzat bir suç aygıtı haline geldiğini bize göstermektedir.
Kapitalizmin tarihsel krizleri, daima siyasal biçimlerin çözülmesiyle görünür hale gelir. Türkiye örneğinde bu çözülme hem ekonomik hem kurumsal düzeyde yaşanmakta; devletin yeniden üretimi artık ancak gayrimeşru pratikler üzerinden mümkündür. Mafya, devlet, sermaye ekseni; bu yeniden üretimin hem maddi hem ideolojik zeminini oluşturuyor. Halkın gündelik yaşamında şiddetin, yoksulluğun ve adaletsizliğin normalleşmesi, bu yapının toplumsal izdüşümünü yansıtmaktadır.
Dolayısıyla mesele, bireysel yolsuzlukların veya “kötü kadroların” tasfiyesiyle çözülemez. Bu, kapitalist devlet biçiminin yapısal sınırlarıyla ilgilidir. Çeteleşme ve şiddet, kapitalizmin krize girdiği her tarihsel dönemde, siyasal egemenliğin yeniden tesis edilme yöntemi olmuştur. Bu nedenle, mevcut çürümüşlüğün panzehiri, başka bir otoriter model değil; üretim ilişkilerini, mülkiyet biçimlerini ve siyasal iktidarın toplumsal niteliğini dönüştüren bir alternatif olabilir.
Bu alternatifin adı da tarihsel olarak bellidir: Sosyalizm. Çünkü sosyalist iktidar, devleti şeffaflaştırmayı değil, toplumu iktidarlaştırmayı hedefler; şiddeti merkezden çözerek, hukuku toplumsal ihtiyaçların ifadesine dönüştürür. Bugün Türkiye’nin yaşadığı mafyalaşma süreci, yalnızca bir siyasal rejim krizi değil, kapitalizmin kendi sınırlılıklarının ifşasıdır.
Son tahlilde Serdar Öktem cinayeti, bu ifşanın sayısız sembollerinden sadece biri durumunda ülke gündeminde yer almaktadır. Devletin içinde vücut bulan bu şiddetin, artık düzenin değil, düzensizliğin kurucu ilkesi haline geldiğini gösteriyor. Bu fotoğrafın adı, bütün yalınlığıyla çete düzenidir. Ve bu düzenin karşısına dikilebilecek yegâne tarihsel ve siyasal seçenek, üretimden hukuka, rızadan iktidara kadar her şeyi yeniden kuracak bir toplumsal düzen sosyalizmdir.
Deprem Değil Sermaye Sınıfı Öldürür
Kocaeli Gebze’de bina çökmesiyle anne, baba ve iki çocuğu enkazda kalarak yaşamını yitirdi. Henüz on iki yıllık bir yapının bir anda yerle bir olması, arama kurtarmanın bir günden fazla sürmesi depreme hazırlıksızlığı tekrar acı bir biçimde gözler önüne serdi. Oysa Maraş merkezli depremin üzerinden yalnızca iki buçuk yıl geçti. Depremde elli binden fazla yurttaşımızı yitirdik. Şehirlerimiz haritadan silindi. Deprem kuşağında yer alan ülkemiz de yaşanan tüm büyük yıkımlardan sonra sermaye sınıfı bu yıkımları lütuf olarak kullandı. Deprem öncesinde ekonomik krizin etkisiyle inşaat sektörü durgunluğa girmiş, büyük projeler askıya alınmıştı. AKP, “ekonominin lokomotifi” olarak gördüğü inşaat sektörünü yeniden canlandırmak için depremi bir “lütuf” gibi değerlendirdi. Beton, demir ve asfalt üzerinden şekillenen bu ekonomi, yıllardır halkın alın terini ve kamu kaynaklarını sermaye sınıfına aktardı. Yap-işlet-devret modeliyle kamu varlıklarını inşaat patronlarına peşkeş çekti, “kentsel dönüşüm” adı altında yeni rant alanları yaratıldı. Denetim mekanizmaları ortadan kaldırıldı, müteahhit düzeni kutsandı.
Maraş’ta on binlerce insanın ölümüne yol açan bu yağma siyasetidir. Bu yağma düzeni bugün de Gebze’deki binada bir aileyi yok etti. Bu ülkede binaları çökerten afetler değil, sermaye sınıfının sömürü ve kâr hırsıdır. İnsan hayatının piyasanın insafına terk edildiği bu düzende güvenli barınma hakkı bir ayrıcalığa dönüştürülmüştür. Gerçek çözüm, rant ve sömürü düzeninin yerine kamucu, planlı, bilimsel ve eşitlikçi bir düzenin kurulmasından geçmektedir.
Şimşek Programı Durdurulmalıdır!
Kasım 2025 itibariyle açlık sınırı asgari ücretin % 30 daha fazlası. İşçilerin açlık sınırının altındaki ücretlere çalışması isteniyor. Çocuklar ucuz ve güvencesiz iş gücü olarak üretime katılıyor. Ocak 2009’da 130 dolar olan 200 lira bugün 4,7 dolar. Tarımda çiftçilerin kredi borcu artmış durumda, ürünlerini satamıyor ve depoda çürümeye bırakıyorlar. Çiftçiler tarlada işçiliğe yöneliyor, gençler ise ucuz iş gücü için göç ediyor. Piyasaya teslim olmuş elektrikte tüketim limitleri düşürülüyor ve gizlice zam yapılıyor. Toprağın altındaki değerler emperyalizmin masasına servis ediliyor.
Yıllarca emeği sömürülen işçilere, hak ettikleri emeklilik için kimi zaman “zor ödüyoruz”, kimi zaman “çok yaşıyorlar” diyerek ekonomideki kötü yönetimin faturasını yüklenmeye çalışılıyor. Tamamlayıcı emeklilik sistemi denilerek maaşlardan kesinti başlıyor. Ev sahibi olmak hayal, kiralar fahiş, oturulan binaların çoğu denetimsizlik yüzünden tehlikeli. Avrupa’nın atık ve çöp deposu olduk.
Türkiye servet ve gelir eşitsizliğinde tarihinin en keskin görünümüne kavuşmuştur. Tüm yükü işçi sınıfının üstüne yükleyen, halkı yoksullaştıran ekonomik politikanın sahibi Maliye ve Hazine Bakanı Mehmet Şimşek ise başarılı bir reform politikasının yürütüldüğünü açıklıyor.
Neoliberal sömürü düzeninin sonucu olan eşitsizlik ve yoksulluğa kamulaştırmalar ile son verilmelidir. Mücadelemiz ve örgütlü gücümüz bunu başaracaktır.
Sosyalist Liseliler: AKP Genel Başkanı’nın Fotoğrafını İndirmek Suç Değildir!
Hacı Bektaş Veli Anadolu Lisesi’nde, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın fotoğrafını indirdiği için öğrenciler yandaş idare tarafından örgün eğitimin dışına itilmek isteniyor. Sıra arkadaşlarımızın bir suç işlemediği bu adımları atanlar tarafından bilinmektedir. Atılan adımların hukuksuz olduğu da bizim tarafımızdan bilinmektedir. AKP iktidarında hukuksuz bir şekilde baskıyla, zorla birçok mücadele başlığının önüne geçilmeye çalışıldığı gibi bugün bu adımlar da memlekette yaşanan hukuksuzluktan bağımsız değildir. Baskıyla, zorla, ucuz oyunlarla gençliği sindirebileceğini zannedenlere karşı gençliğin ayağa kalktığı günleri hatırlatıyoruz. Okula polis çağırıp, arkadaşlarımızı gözaltına aldıran, tehdit eden idarecileri uyarıyoruz. Bir fotoğrafın indirilmesinden dahi korku duyanlar, ne ülkemizi ne de okullarımızı zorbalıkla daha fazla yönetemeyecektir. Sosyalist Liseliler olarak Hacı Bektaş Veli Anadolu Lisesi’nde, yandaş idarecilerin attığı hukuksuz adımlara karşı sıra arkadaşlarımızla dayanışma içerisinde olacağımızı yineliyoruz.
Sosyalist Düşünce Toplulukları: Bu Yöntemler Sökmez!
Hacettepe Üniversitesi yemekhanesine, atanmış rektör tarafından getirilen rezervasyon uygulamasına karşı günlerdir öğrenciler tarafından süren protestolara karşı bugün ÖGB’nin de desteğiyle “Hacettepe Ülkücü Teşkilatı” isimli faşist bir grubun alçak saldırısına uğradı. Üniversitelerimizde kimlere hizmet ettiği belli olan bu çetenin pala ve cam şişelerle yaraladığı öğrenciler hastaneye kaldırıldı. Hastaneye kaldırılanlarla birlikte 40 arkadaşımız gözaltına alındı. Üniversite öğrencileri atanmış rektöre boyun eğmediği gibi yine sermaye iktidarının desteklediği faşist çetelere de boyun eğmeyecektir! Bu yöntemleri çok yakından tanıyan ülkenin onurlu gençliği, çetelere pabuç bırakmayacak, yeni bir üniversite mücadelesini yükseltmeye devam edecektir. Gençliğin düzenin yarattığı bu karanlığa, bu oyunlara teslim olmayacağı bilinmelidir. Hacettepe Üniversitesi’nde hakkını savunan tüm sıra arkadaşlarımızın yanındayız! Üniversitelerimizi çetelere teslim etmeyeceğiz!
Birlik ve Dayanışma Gazetesi’nin 3. Sayısı Alanlarda
Birlik ve Dayanışma Hareketi’nin, iki haftalık halk gazetesinin 3.sayısı çıktı. Birlik ve Dayanışma Gazetesi’nin “Holdinglerin Değil, Emeğin Cumhuriyeti İçin!” manşetiyle çıkan 3. sayısında, Kasım ayı içerisinde ilk buluşmalarını gerçekleştirecek olan Birlik ve Dayanışma Hareketi’ne güç verme çağrısı da yapıldı.
